Edebiyatın o engin denizi içerisinde spora ayrılan satırları paylaşacağız sizlerle. Bu başlık altında ilk konuğumuz da Cumhuriyetçi Türk Partisi Genel Başkanı, eski Başbakan Tufan Erhürman oluyor. Işık Kitabevi Yayınları’ndan 2010 yılında yayımlanan “Yozlaşma” romanı içerisinde bir dönemin erkek çocuklarının futbol aşkını, İngiltere ve Türkiye ligi (bazı) takımlarına duydukları sempatileri ve Küçük Kaymaklı aşkını çok güzel özetlemiş Erhürman. Kitaptaki bu bölümü okurken, o dönemleri hissederek yaşamış ve asfalt üzerinde kıran kırana geçen maçlarda, ezilen dizlerimizin açtığı yaraların o acı hazzını bir kez daha yaşadık.
Tufan Erhürman, “Yozlaşma”
“Mahallenin gençlerinin ve çocuklarının en büyük (hatta belki tek) tutkusu futboldu. Herkes, hem Kıbrıs’ta, hem de, yaşadığımız her bakımdan yarım adayı tamamlamak arzusuyla olsa gerek, Türkiye’de ve İngiltere’de mutlaka bir futbol takımını tutuyor, bütün hafta, bir önceki hafta sonu oynanan maçların yorumları, bir sonraki hafta sonuna dair tahminler ve iddialarla geçiyordu. Perşembe akşamı Rum televizyonunda (Kıbrıs Rum kesiminde özel televizyonlar henüz faaliyete geçmemiş olduğundan, PIK, Rum televizyonu olarak bilinirdi Türkler arasında) İngiltere liginde oynanan maçların özetleri vardı. O vakitler “rating ölçümleri” falan olsaydı, bu programın bizim mahallede izlenme rekorları kırması işten bile değildi. O dönemin en güçlü takımlarından olan Liverpool ve Nottingham Forest’in yanında, mahallenin Londra’ya göç etmiş akrabalarının desteklediği Arsenal de en çok taraftara sahip takımlardan biriydi. Aramızda maç yaparken, bazen İngiltere’de tuttuğumuz takımlara göre ayrılır, her birimize de o takımda oynayan birinin adını verir, kendimizi eski efendilerimizle özdeşleştirir, öyle başlardık oyuna. Mesela ben Liverpool’u tutuyordum ve bu maçlardaki ismim de Clemence’ti. Clemence, Liverpool’un kalecisinin ismiydi ve yaşı küçük olup, henüz oyundaki maharetini kanıtlayamamış çocukların, yedekte ömür tüketmek istemiyorlarsa, oynayabilecekleri tek mevki kalecilikti. Fakat maç başlayıp da, oyunculardan biri Clemence diye seslendiği an, oyuna arka kapıdan girmiş olduğumu, kaleye geçebilecek başka birisi bulunsa kenarda pineklemek zorunda kalacağımı ve dahi eski sömürgecimizin sahalarındaki yeşil çimler üzerinde değil de, kırık dökük bir asfalt zeminde oynadığımızı unutur, panter misali yerden yere atardım kendimi.
Tarık ateşli bir Nottingham Forest ve Fenerbahçe taraftarıydı. Aramızdaki halledilmesi gayrimümkün sorunların sebeplerinden biri de buydu tabii. Ben Liverpool’u ve Galatasaray’ı tutarken, o Nottingham Forest’i ve Fenerbahçe’yi tutuyor, bu durum, anlaşmazlıklarımızın zaman zaman düşmanlık düzeyine ulaşmasına, maç esnasında her karşılaştığımızda, birbirimize fazladan bir tekme atmak için fırsat kollamamıza yol açıyordu.
Mahalledeki hizipleri ortadan kaldıran, bizi Japon yapıştırıcısıyla yapıştırılmışçasına birbirimize bağlayan, hep birlikte, Kıbrıs’ta Küçük Kaymaklı’yı tutmamız ve bir gün mutlaka bu takımın formasını giyme mertebesine ulaşmanın hayaliyle yanıp tutuşmamızdı. Küçük Kaymaklı’nın Lefkoşa’da oynadığı maçlara, bir tek “Allah Allah” nidalarının eksik olduğu bir birlik beraberlik ruhu içinde, âdeta savaş tertibi alınarak gidilir, şanslı olanlar kapıdaki biletçinin lütfuyla maçı tribünlerden izler, geriye kalanlar, sahayı çevreleyen duvarların üzerinde, fazla yüksek gelen bir topun hedefi olma tehlikesini kahramanca göze alıp, doksan dakika boyunca reklam panolarını döverek tezahürat yaparlardı. Ama esas ayrışma takımın deplasman maçlarında yaşanırdı. Has taraftar, sadece içerideki maçları takip eden değil, yaz kış demeden, kırık dökük otobüslerin içinde eziyet çekerek deplasmana da gidendi kuşkusuz. Aramızda bu işkenceye katlanma onuruna erebilenler, babaları da ateşli Kaymaklı taraftarı olanlarla, Tarık gibi özgür hareket edebilenlerdi sadece. Ben, bu maçlara gidemediğim için, maçta olan bitene ilişkin, abartılmış ve Tarık’ın hayal gücü sayesinde zenginleştirilerek bir macera filmi kıvamına getirilmiş ayrıntıları hasmımdan dinlemek ve onun anlattıklarıyla yetinmek mecburiyetinde kalırdım çoğu zaman. Bu ayrıcalık, ona takımdaki birçok futbolcuyla özel ilişki kurma olanağı tanıyor, bu da birçoğumuzun kıskançlık duygularını depreştiriyor ve beyinlerimizin fesatlıkla meşgul kısımlarının yaratıcılığını ateşliyordu.
Maçlardan önce hepimiz, antrenörün futbolculara maçın taktiğini verdiği odanın pencerelerine kulaklarımızı dayar, sanki duyacaklarımız evrenin sırrına vâkıf olmamızı sağlayacakmış gibi, büyük bir heyecanla, konuşulanları dinlemeye çalışırdık. Yavaş yavaş takımın maskotu hâline gelmeye başlayan Tarık bu konuda da bir ayrıcalığa sahipti. O futbolcularla birlikte içeride oturur, antrenörün taktiklerini dinler, yan gözüyle de bize bakıp, caka satardı.”
(Işık Kitabevi Yayınları, 2010, s.10-13)
Tarihi hakem boykotu
Ülkemiz futbolunda yaşanan o tarihi hakem boykotunu, spor yazarlığının duayen ismi İbrahim Özsoy hatırlattı bize, o tarihin tozlu sayfalarında saklı fotoğraf karesiyle.
1987-1988 Sezonu’nda, Şht. Hüseyin Ruso Stadı’nda oynanan Gönyeli-Binatlı karşılaşmasını yöneten karşılaşmanın hakemi Sadık Özbilgehan, 4 kırmızı karta başvurunca, Gönyeli’nin 2-0 önde götürdüğü karşılaşmada olaylar çıkmış ve Özbilgehan karşılaşmayı tatil etmişti.
Bir hafta sonrasında başka bir karşılaşmada da olaylar çıkınca, hakemler boykota gitmiş ve futbol 7 ay durmuştu.
Spor tarihimize tuttuğu ışık adına, bir kez daha bu sayfalardan teşekkür ediyorum İbrahim Abi’ye, daha önce de yazdım, yine yazıyorum; bu fotoğrafları bir yerde toparlamalıyız.
Olmadı Giggs!
Geçen haftanın en çok konuşulan olaylarından biriydi Giggs’in kız arkadaşına uyguladığı şiddet. Galler milli takımı teknik direktörü görevinde bulunan Galli efsane futbolcu, kız arkadaşı Kate Graville’e fiziksel şiddet uyguladığı gerekçesiyle tutuklanmış, ardından da kefaletle serbest bırakılmıştı.
Kadına şiddet, kimden ve ne sebepten, hangi ruh haliyle gelirse gelsin asla kabul edilemez. O yüzden okuduğum bu haber, bendeki o sahadaki efendi Giggs profilini bir anda tam tersine döndürdü. Üzüldüm, şaşırdım ve yakıştırmadım!